10 Ekim 2010 Pazar

FİLİSTİNDE YAHUDİ DEVLETİ KURULMASINI AMAÇLAYAN BALFUR BİLDİRİSİ

SAYGIDEĞER MAJESTELERİ …
   -İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Balfour, 1917 yılı kasım ayı içinde Filistin’de Yahudilerin milli yurt sahibi olması bildirisini yayınladı.
    -Balfour, bu hareketi ile Ortadoğu’da bitmeyen çatışmayı da başlatmış oldu.
   -Balfour’un saygılarını sunduğu Rotschild  kimdi?
     Bakışlarını uzaktaki bir noktaya çevirdi. “Ve şimdi tam sırasıdır” diyordu, kendi kendine…Uzun süredir beklediği hayal ettiği gelişmeler yaşanmıştı. O diyarda… Söz sırasının kendinde olduğunu düşünerek önündeki kağıdı daktiloya taktı. Ve başlığı da attı: “Dear, Lord Rotschild!”…Bu sözlerin Türkçe karşılığı ise “Saygıdeğer Lord Rotschild” idi.  O’nun uzun süredir tanışıyor ve görüşüyor idi. Birlikte yemek yemişler, derin tarihi sohbetlerde bulunmuşlardı. Her ikisinin de ortak yanı üç semavi dinin (Yahudilik, Hristiyanlık, İslamiyet) kutsal bildiği topraklarda bulunan coğrafyada Yahudiler için bir yurt veya “milli devlet” veya sırası geldiğinde “Yahudi veya İsrail” adıyla bir devletin kurulmasının temellerinin atılması görüşlerinde birleşmişlerdi.
    Sonra önündeki daktilonun tıkırtıları arasında yazmaya devam etti. Ve bittiğinde “Bütün samimiyetimle” sözlerini de ekleyerek imzasını attı. Tarihi bir olay ve dönüm noktası sayılan gelişmelere kapı aralayan yazısının tam metninin Türkçe çevirisi  ise aşağıdaki şekilde idi:
   
     Dışişleri Bakanlığı, 2 Kasım 1917
      Saygıdeğer Lord Rotschild!
Majestelerinin Hükümeti’nin görüşlerini size iletmekten büyük mutluluk duyuyorum.Hükümete sunulan ve kabul edilen Yahudi –Siyonist beklentilerini benimseyen aşağıda ki bildiride:“Majestelerinin hükümetinin görüşü Yahudi halkın Filistin’de anavatan kurulması isteğidir.Ve bu hususun başarılmasına en iyi katkıda bulunmaktır.Filistin’de Yahudi olmayan –veya diğer ülkelerdeki Yahudilerin de benimseyeceği-toplulukların dini veya siyasi hayat haklarını korumak için hiçbir şeyin esirgenmeyeceği açıkca bilinmektedir.  Siyonist Federasyonun bilgisine bu bildiriyi getirecek olursanız  sizlere minnettar olacağım.      Bütün samimiyetimle
                                                                                               Lord Balfur
 Lord Balfor’un biyografisinde yazılanlar ise onun İngiltere devleti adına karar verici aktör olduğunu gösteriyordu.  İskoç asıllı idi. 1848 yılında doğmuş, kısa sürede politikada yükselerek Muhafazakar Parti’den 1902 yılında Başbakan oldu.  1911 yılında Parti liderliğini bırakmıştı. Ve O’nun Partisi 1915 yılında  Koalisyon hükümetinde yer almıştı. Ve kendisi de Dışişleri Bakanı olarak görev yapıyordu.  İngiltere’nin 1. Dünya Savaşına girmesi ile birlikte hükümetinin dış politikasını ş amaçlarını, hedeflerini, propogandasını yürütüyordu.  Yukarda  Türkçe metni verilen belgeye imza atarken Filistin cephesinde İngiliz ordusunun elde ettiği mevki başarılarını yakından izliyordu. Osmanlı ordusunun Birşiba-Gazze savaşlarını kaybetmesi ve Kudüs yakınlarına çekildiği bir sırada Şerif Hüseyin’e bağlı Arap isyancılar, onlara silah ve para desteği sağlayan Yahudi sermayesinin  destekçisi İngiliz Seferi Kuvvetler birliği askerleri, destekçi ANZAC askerleri ve de her türlü casusluk hizmetleri ile onlara yardımcı olan Yahudi SARA AARANSON’un emrindeki NILI örgütünün çalışmaları… Savaşılan ve korunması için mücadele verilen Filistin topraklarında sadece savaşlarda hayatlarını kaybeden Türk askerlerinin sayısı 50 bine ulaşmış, onbinlerce esir Türk askeri de hayvanlara bile uygulanmayan kötü uygulama ortamında aşağılanmış, yüzlerine tükürülmüş, dayak atılmış sadece susmaları ve kaderlerine razı olmaları istenmiş, “Başları aşağıda” kafileler halinde sürüklenerek yürütülerek Sina cephesinin gerisindeki Mısır’daki Esir kamplarına doğru götürülüyorlardı.
    Lord Balfour’un “Bildiri” olarak yazdığı tarihi belge aslında İngiltere Hükümetinin kontrol altında bulundurduğu Filistin topraklarında “Yahudi milli vatanı kurulması”na destek veren görüşleri içine alıyordu. Bu önemli bir adımda ilerdeki yıllarda aynı topraklarda İsrail Devleti’nin kurulması süreci de başlatılmış oldu. Balfour’a en büyük destek ise Yahudi-Siyonist hareketleri destekleyen Haim Weizmann’dan geliyordu.  Ama bizzat Lord Balfour’un ismini zikrederek   mektup gönderdiği şahıs ise “Lord Rotschild” idi. 1915 yılında İngiltere Parlamentosunda  “Birinci Viskont” ünvanı ile görev alan ama asıl mesleği botanik araştırmacısı olan kişi ise İngiltere’deki Yahudi-Siyonist hareketinin karizmatik lideri idi.  En büyük özelliği ise park veya bahçede  Afrika’dan getirttiği Zebra türü eşekleri kullanarak fayton sürmesi ve tebessüm etmesi idi.  Gelişmeler tesadüfi değildi. Daha önce  Rotschild ailesinden  Nathan Rotschild (1840-1915) İngiltere Kraliçesinin isteği ile Parlamentoya asalet ünvanı verilerek “Viskont ve lord” ünvanı verilerek seçilmişti.   Ama Yahudi asıllı idi. Natan’ın 1915 yılında ölümü üzerine onun oğlu  Walter Rotschild “Viskont” olarak parlamentoya alındı.  İngiliz emperyalizminin Truva atı görevini sürdürüyordu Rotschild ailesi. Elllerinde bulunan sermayeyi borsa ve banka işlemlerine kaydırmışlar, Afrika’dan  Uzat Asya’ya Afrika içlerinden Amerika kıtasına kadar uzanan geniş bir alanda para-sermaye hareketlerini yönetiyorlardı. İngiltere üzerinde güneş batmayan Dünya İmparatorluğu haline gelirken, arka planda İngiliz sermayesinin en büyük güç kaynağı da Rotschild ailesinin başını çektiği şirketler ve yatırımlar idi. Ayrıca Rotschild aielerinin Almanya, -Avusturya, İtalya, Fransa ve ABD’ye dağılan kolları da birbirleri ile aynı paralelde çalışmaları yürütüyordu.  Dünya’daki medya gücünü de elinde bulunduran Yahudilerin 1. Dünya Savaşı patlak verdiği sırada siyasi amaçları olan kutsal topraklara dönüş ve İsrail Devletini kurma amacını güden Siyonist organizasyonunun lideri Haim Weizman ve aynı organizasyonun ekonomik lideri Walter Rotschild’a  “Saygıdeğer Majesteleri” sözleri ile başlayan  mektup göndermesi bütün bu gerçeklerin ve çelişkilerin yansıması idi.

O FOTOĞRAFI BULDUM…

    -Türk Tarih kurumu’nun kütüphanesindeki TBMM zabıt kayıtlarını araştırma esnasında 27 Mayıs 1921 tarihli oturumda 15 bin Türk askerinin esir kapmalarındaki banyo kazanlarına cerasol maddesi konularak kör edildikleri bilgisine ulaştım.
    -ANZAC Arşivlerinda yapılan bir araştırma sonucu Türk askerlerinin zorla banyo yaptırılması fotoğrafı da elime geçti.
    -Gözlerim Eyvah kitabını bu olay üzerine yazmaya başladım.
     12 Eylül 2008 günü gece yarısı Adana’ya döndüm.  Bir yandan uykusuzluk diğer yandan yol yorgunluğu üzerimde idi.  Kendime gelir gelmez internet ortamında Mısır’daki esir kampları ve “Cerasol” banyosu konusunda araştırmalar yapmaya başladım. Osmanlı Devleti’nin de katıldığı ve 1914-18 yılları arasında süren 1. Dünya Harbi yaşanmıştı.   Osmanlı’nın  savaştığı düşman ülkeler içinde İngiltere ve onun müttefiki ANZAC (Avustralya ve Yeni Zelanda) askerleri ile Fransızlar vardı.  Kısa sürede ANZAC askerlerinin savaş hatıraları ve belgelerini esas alan “AWM” kod ismiyle bilinen Avustralya Savaş Hatıraları   (Avustralian War Memorial) Arşiv Müzesi belgeleri arasında JO1208 numarada kayıtlı  Mısır’daki eser kamplarında “cerasol banyosu” ile ilgili görsel belgeye “fotoğrafa” ulaştım.  Fotoğraf yaşanan olayı bütün çıplaklığı ile açıklıyordu. Orta yerde demirden havuza benzer üzeri açık su tankı vardı. Çırılçıplak bedenleri ile genç insanlar havuzun başında bulunuyor. Muhtemeldir ki banyo yapmak üzere sıralarını bekliyorlar.  Ve bir insan çıplak bedeni ile havuza girmiş, banyo yapıyor. Fotoğrafa dikkatlice bakınca görevli kumandanın silüeti orta yere su tankına doğru yansımış, başındaki kasketi ve görünüşü bu düşünceyi doğruluyor. Esirlerin yanında ve sol tarafta elinde kırbacı ile bir görevli asker bekliyor. Bu asker çıplak bedenli askerleri kırbaç zoru ile banyo yapmaya zorluyor.  Esir durumundaki askerler ise ancak elleri ile öndeki mahrem yerlerini örtmeye çalışıyorlar.  Görüntünün ayrıntılarında banyo yaptırılan yer bir tren istasyonu çünkü tren rayları da görülebiliyor.
    Fotoğraf ile açıklayıcı bilgilerde “Kuzey Afrika, Mısır, Sina cephesi…çekimi yapan: bilinmiyor…Görünüşü:Siyah beyaz…Yerli Mısırlı adam temizlenmek için cresol banyosu yapıyor…Baskı tarihi:1916” yazılarına yer verilmiş. Fotoğraf, meraklısı tarafından 23 Temmuz 2008 tarihinde “AWM” (Australian War Museum) kod isimli internet sitesine konmuş. Ve fotoğrafın kopyalanmasının izne tabi olduğu açıklamasına yer verilerek. Küçük bir simge içinde “Sepete koy ve sipariş ver” açıklamasına da yer verilmiş. Belgeyi yayınlayan “satıcı kişi” açıklamasında fotoğraftan kopya almak isteyenden 14 dolar ücret istiyor.
Meraklısının parayla satmak için internet sitesine servis ettiği belge aslında 27 mayıs 1921 tarihinde TBMM’de gündeme getirilen ve tartışılan 15 bin Türk askerinin Mısır’daki esir kamplarında cerasol katkılı su tanklarında banyo yaptırılarak gözlerinin kör edilmesi olayının  belgesi.  Gözleri okşayan fantezi bir görüntü değil bu. Osmanlı’nın Çanakkale cephesi ve Arabistan’da savaştığı ve sonuçları çok sayıda insan kaybına yol açan tarihi olayın yansımasının kanıtı.  AWM Arşivinde yaptığım araştırmalar sonucu Osmanlı esirleri ile ilgili yüzlerce fotoğrafa ulaştım.  Olayın üzerinden 90 yılı aşkın süre geçmiş olmasına rağmen 2000’li yıllarda kanıtları ortaya çıkıyordu. Aradan geçen bunca zamandan sonra savaş suçu işleyenleri bulmak ve hesap sormak mümkün mü idi! Bütün bu bilgilerin ışığında 1. Dünya Savaşı esnasında esir düşen Türk askerlerine karşı mısır’daki esir kamplarında uygulanan “Gözleri kör etme” olayını ayrıntıları ile araştırmayı ve dünya tarihinde bir örneği bulunmayan savaş suçundan dolayı medeni dünyanın gözleri önünde olayları düzenleyen ülkelerin günümüzdeki temsilcilerinin “Özür dilemesi gerektiği” düşüncesini açıklamaya karar verdim.
..............................................................................................

ERMENİ LEJYONUNA “TÜRKLERİ DÖVDÜRMEK “…

    -Fransızlar Tehcire giden Ermenilere Mısır ve Kıbrıs’ta askeri eğitim verdi.
    -Ermeni Lejyonerler Birliği adıyla milis gücü kurdu. Ve 4 bini aşkın Ermeni asıllı askerler Adana’ya geldi. Ermeni lejyonerler en çok Kozan’da katliam yaptılar.
     1916 yılı 27 Ekim tarihinde Fransa’nın başkenti Paris’te “Fransız Ermeni Doğu Lejyonu”nun kurulduğu resmi belgelere yansıdı. İlk aşamadı 10 bin Frank para ayrılarak teşkil edilen Ermeni Lejyonu 6 Tabur olarak düzenlendi. Her taburda yaklaşık 800 silahlı güç olacaktı. Ermeni Lejyonu’nun kurulması için Mısır’daki Ermeni heyetinin başkanı Bogos Nubar Paşa ile Fransız Savunma Bakanlığı ve kumandanlar görüşmeler yapmışlar ortak karar almışlardı.  Fransız Ermeni Lejyonu, kurulduktan sonra General Romieu kumandası altında olacaktı. Eğitim yeri olarak da Kıbrıs adası seçildi.  Osmanlı ülkesinden Avrupa’ya Fransa mülteci olarak gelenler, ABD’de bulunan Ermeni gönüllüler ile Tehcir sonrası Mısır’ın Port Said liman şehrindeki çadır kamplarda bulunan Ermeni gençler Ermeni lejyonuna alındı.
     Fransız Ermeni Lejyonu’na mensup askerler 1917 yılında başlayan İngiltere’nin yönettiği Filistin kampanyasına katıldı.  Gazze-Birşiba savaşlarında Türk askerlerine acımasızca kurşun atanlar arasında onlar vardı.  General Allenbi’nin kumandasındaki ittifak askerleri 19-21 Eylül 1918 tarihlerinde süren Mecidiye savaşlarında Osmanlı askerlerine karşı şiddetli saldırıda bulundu. Saldıran güçler arasında  İngiliz, Fransız, ANZAK askerleri ile Fransız Ermeni Lejyonu ve Arap isyancılar da vardı.  Osmanlı tarihlerinde “Mecidiye savaşı” olarak geçen bu olaydan sonra Şam kaybedildi. İslam inancına mensup Şerif Hüseyin’in evlatları Faysal ve Abdullah’ın emrindeki silahlılar ile Fransız üniforması altında askeri eğitim yapan Ermeni lejyoner askerler omuz omuza işbirliği yaparak Türklere saldırdılar.
    İngiliz resmi belgelerine göre Mecidiye savaşına  12 bin eğitimli asker, 57 bin süvari, 540 top katılmıştı. Osmanlı’nın askeri gücü de 3 bin eğitimli asker, 32 bin süvari, 402 top idi(1). Savaş sonrası Osmanlı ordusu yenilgi aldığı gibi kısa sürede ordu dağılarak tam bir felaket yaşanmıştı.” Mecidiye savaşı” bir bakıma Anadolu’nun bağrında isyan ve savaşlar çıkaran Ermeni silahlı gruplara (Fransız Doğu Lejyonuna)  Türkleri dövdürmek anlamına geliyordu.  Bahsettiğimiz bu acı olay  yaşanırken hayatta kalan Türk askerleri perişan bir halde Anadolu’ya çekilmeye başladı. Ve tarihin bir perdesi böylelikle kapanmış oldu.
     KİLİKYA’DAKİ KAMAVORLAR…
     Fransız ordusu 17 aralık 1918 tarihinde denizden Mersin’e çıkarma yaptı. Ertesi 18 Aralık günü Adana tren istasyonunda Fransız kumandan ve askerler vardı. Doğu Akdeniz’in sahildeki limanlarına gelen Fransız donanması, Fransız Doğu Lejyonu askerlerini de karaya çıkardılar.  Öncelikle Adana şehir merkezinde kurulan askeri çadır kamplara yerleşen Ermeni lejyonerler Türklerden kin ve intikam peşinde idi.  Adana, Sis (Kozan), Haçin şehirlerindeki Ermeni lejyonerlere Kamavorlar deniliyordu. Bunların özelliği göğüslerine  doladıkları kurşun şeritlerini “haç şeklinde” yerleştirmeleri idi. “Kama” haç anlamına da geliyordu. Kamavor sözcüğü de “Haçlı askeri” demekti.  Fransa’nın Kilikya olarak isimlendirdiği Çukurova’da işgal döneminde Kamavorların baskı şiddet ve zulmü yaşandı. Hukuk ve insan haklarını dinlemeyen kamavor askerlerinin baskın yağma, ırza geçme ve öldürme eylemleri sürdü gitti.
    1920 yılı Ağustos ayı içinde Adana valiliğini kısa süre işgal ederek Kilikya Ermeni Devleti’ni kurduklarını açıklamışlardı. Ama Fransız İşgal kumandanı Albay Bremond bile bu eylemi onaylamamış, isyancı Ermeni Kamavorlar Valilik binasına baskın düzenleyen Kamavorları kovmuştu.  Çukurova’daki işgalci güçlerin ve işbirliği yaptıkları Ermeni kamavorlar, Ankara Anlaşmasının (20 Ekim 1920) imzalanmasından sonra Çukurova’dan çekilmeyi kabul ettiler. Bu esnada Ermeni kamavor liderleri ile Fransız kumandanlar arasında sert tartışmalar yaşandı(2).  İgalci güçlerin Türkleri dövdürmek için kurduğu Kamavorlar, Kuvayı milliye’nin şanlı direnişi ile Anadolu’da en büyük tokatı yemişlerdi.  Aradan geçen yıllar sonra Fransız arşivlerinde Adana’nın savaş günleri ile ilgili belgeler araştıran tarihci Taha Toros, Fransız Albay Bremond’un dosyaları içinde bir fotoğraf buldu. Başlarında beyaz ve siyah renkli şapkalar bulunan tepeden tırnağa silahlı gözleri intikam dolu askerlerdi bunlar. Ve bunların ortak kimliği de “Kamavor” idi.
1.      Battle of Megiddo, Wikipedia-Aralık 2008
2.      Frenc-Armenian Agreement-1916, Aralık-2008

İNGİLİZLER FİLİSTİN’DE TÜRKLERE KARŞI ZEHİRLİ GAZ KULLANDI MI!

-Osmanlı ordusu İngilizlere karşı Filistin’deki ilk iki savaşta başarılı oldu.
    -Ancak 31 Ekim-7 Kasım 1917 tarihlerinde süren 3. Gazze savaşında ağır bir yenilgi alında. Bir haftadaki asker kaybımız 25 bin asker idi.
    -III.Gazze savaşında İngiliz ordusunun Zehirli Gazlı mermi veya bomba kullandığı ileri sürülüyor.
     Çanakkale cephesinde umduğunu bulamayan İngiltere, Osmanlı’nın yumuşak karnı olan Sina-Filistin cephesinden “öldürücü darbeyi” vurma çalışmalarını başlattı.  31 Ekim 1917 günü İngiliz seferi kuvvetler kuma8danlığı Osmanlı’nın Gazze cephesine saldırıyı 30 km’yi aşkın geniş bir cephede başlattı. Birşiba kasabası kısa zamanda ele geçirildi.  Daha önceki Gazze saldırılarında ağır kayıplar veren İngilizler şimdi savaşın seyrini tersine değiştirecek metodlar kullanmaktan çekinmediler. Araştırmacı Mustafa Armağan, İngiliz ordusunun stratejik başarısını şöyle açıklıyor: “Nihayet 31 Ekim 1917'de başlayan nihai İngiliz hücumu cephemizi yarmış ve ağır kayıplar verdirmişti. Şimdi çekilme zamanıydı. Artık Kudüs'ü tutacak doğru dürüst bir kuvvet kalmamıştı. Gazze'de ise zehirli gaz mermileri kullanan İngilizler karşısında Mehmetçiğin gaz maskesi yoktu. Başkomutanlık gerek görmemişti çünkü.
Gazze hem karadan, hem denizden bombalanıyordu. Karadan 218 top ve 6 tank, denizden ise 27 kruvazör, tıpkı Çanakkale'de olduğu gibi ateş yağdırıyordu”(1).İngilizler Gazze saldırısında zehirli gaz kullanmışlar mıydı? Bu konuda yeni araştırmava belgelere ihtiyaç var. Ancak İngilizlerin Gazze saldırısı ve Osmanlı cephesinin çökertilmesi sonrasındaki siyasi hedefleri belirleyşen önemli bir planlamanın olduğu da anlaşılıyor.  İngiltere Dışişleri Bakanı Balfor’un Yahudi asıllı Walter Rotschild’e gönderdiği ünlü 2 Kasım 1917 tarihli bildiri ile “Yahudilere Filistin’da anayurt verme haklarının güvence altına alınacağı” görüşleri açıklanmıştı.  İngiltere Dışişleri Bakanı’nın böyle bir bildiriyi yayınlama gerekçesinin arka planında İngiltere’de etkin olan Haim Weizmann adındaki Yahudi kimyager ve siyonist dava izleyicisinin teşvikleri vardı.  Weizman, 1874 yılında  Belorusya’nın Minsk şehrinde doğmuş, İsviçre’de Kimya alanında doktora derecesinde eğitim almış  Bazel kentindeki Dünya Siyonist Kongresine delege olarak katılarak ünlü Siyonist ideoloji teorisyeni Teodor Herzl ile aynı amaçlı çalışmalara destek vermişti. 1901 yılında İsviçre’nin Cenevre kenti Üniversitesinde Kimya Profesörü olarak çalışmaya başladığında bilimsel başarılarını siyonizmin emrinde kullanmaya hazırdı. 1904 yılında İngiltere’ye geçti ve Manchester Üniversitesinde çalışmaya başladı.(2). Bundan sonra çalışmalarını kimyada savaş sanayisinde kullanılan bilim adamı olarak tanındı. O’nun İngiliz ordusu adına kimyasal silah veya gazlı bomba veya mermi yapımına kadar uzanan bilimsel çalışmalarının kısaca özeti: “1904–1906 yılları arasında İngiltere de Manchester Üniversitesinde öğretim üyeliği yapmıştı. Çok mühim bir kimyasal maddeyi bakteriyel bir değişim sonrasında elde etmeyi başarmıştı. Bu madde asetondu.’’Cordite’’ isimli dumansız barutun üretilmesinde son derce mühim olan bu maddeden sonra İngiliz Ordusu askeri amaçla bu kimyasalı çeşitli silahlarda kullanmaya başlamıştı.

İngiltere ordusu tarafından kullanılan bu medenin iki yararı bulunmaktaydı. Birincisi; bu madde mermileri daha kuvvetli fırlatıyordu, ikincisi de; fırlatma işleminden sonra etrafta duman izi görülmüyordu. Bu sayede bu mermileri düşmana fırlatan top bataryasının yeri düşman tarafından hemen belirlenemiyordu. Weizmann “clostridium acetobutylicum” adı verilen bakteri ile aseton üretme yöntemini normalde 1912 yılında bulmuştu. Ancak, o sıralarda kimse tarafından tanınmıyordu.

1914’de dünyayı mahşere çeviren bir savaşın başlamasının ardından önce Lloyd George ardından da W.Churcill ile tanıştırılmıştı. Artık Haim Weizmann’ın yeni çalışma yeri Kraliyet Donanmasının laboratuarıydı. Çok kısa süre de mucidi olduğu kimyasal madde ile İngiltere’nin savaştaki atış gücüne müthiş bir ivme kazandırmıştı.

Birinci Dünya Savaşının deha kimyagerinin yaptığı bu katkıları İngiltere tarafından karşılıksız bırakılmamıştı… Her Pesah Bayramında ailenin diğer büyükleri ve on beş çocuğuyla yemek yerken "Este anya aki, a lotro anya en las Tierras": "…Bu yıl burada gelecek yıl Mukaddes topraklarda…" Diye konuşup Yahudi geleneklerine son derece bağlı olan Weizmann’a savaştaki katkılarından dolayı " Dile bizden ne dilersen…" diyen İngiliz yönetimine: Bu kimya bilgininin cevabı "Filistin’in vaat edilmiş topraklarında Yahudilerin yerleşmesine ve bir devlet kurmasına izin verin gönlümden başka bir istek geçmiyor" olmuştu.

Hep anlatılır… İngiliz Parlamentosu’nun girişinde rahatlıkla görülebilecek bir yerde devasa bir levhada şunlar yazılıymış:" İngilizlerin ebedi düşmanları da yoktur, İngilizlerin ebedi dostları da yoktur, İngilizlerin ebedi menfaatleri vardır." İngiliz politikalarını net bir şekilde özetleyen bir ifade bu… “(3).

    Sonuçta 1918 yılı sonlarında Osmanlı ordusu Arabistan cephesinde aldığı ağır yenilgi sonrası Anadolu’ya çekilirken geride yüzyıllardır barış ve adalet içinde yönettiği ülkeyi bırakmıştı. Ve 1919 yılı ocak ayı içinde dünyanın savaş galibi liderleri  Paris Konferansında bir araya gelip yeni dünya düzeni için karar alırlarken İngiltere Savaş Bakanı Churchill’in düşüncesini yansıtan belge istihbarat arşiv dosyaları arasına girdi. Burada Churchill:” Savaş esnasında zehirli gaz kullanarak düşman ordusunu yenilgiye uğratma olayı savaş suçu sayılabilir mi veya bu yönde karar alınabilir mi?”Sorusuna cevap arıyordu(4).  Churchill’in bahsini ettiği konu 1. Dünya savaşı esnasında Avrupa içlerinde Allanlarla İngilizlerin gaz bombası kullanması kullanımını kapsadığı gibi bir ara Çanakkale savaşında Türk cephesine karşı kullandığı varsayılan kimyasal silahları da içine alacak özellikte idi.  Ama şimdi birde Arabistan cephesinde özellikle Filistin Gazze savaşlarında Türklere karşı kimyasal silah (gaz bombası) kullanarak Osmanlı’yı çökertme süresini kısaltma düşüncesini uygulanmış olmasının sorgulanmasıydı.  Ve bu hususta yapılacak yeni araştırmalarla konu hakkında ayrıntılı bilgiler ortaya çıkacaktır.


1.      Mustafa Armağan, “Osmanlı Gazze’yi Nasıl Kaybetti?”, Zaman Gazetesi, 11 Ocak 2009
2.      Albert Einstein, World Wide Web, “Short Life History Haim Weizman”
3.      www.çanakkale müzesi sitesi “Zehirli Gaz Kullanıldı mı?” araştırması

EMİR FAYSAL’IN ŞAŞKIN VE DE GARİP HİKAYESİ

-İngilizlerin Filistin askeri harekatında en büyük yerel destek Mekke Emiri Şerif Hüseyin’den geldi.
   -Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal, Osmanlı’ya ihanet ederken Irak kralı da oldu. Ancak arkasında işgalci ülkelerin desteği vardı.
  -O, halkının iradesine ve desteğine dayanmadı. Bir kukla idi.
     Zayıf görünüşlü ince ve uzun boylu idi.   Bakışlarından sinsi olduğu hemen anlaşılıyordu. Hep emir veren efendisine bakan bir uşak manzarası vardı fotoğraflarında…1883 yılında Mekke’de doğmuştu. Ve kimlik bilgilerinde Büyük Emir Şerif Hüseyin’in oğlu yazıyordu.  1913 yılında Hicaz bölgesinden ve Cidde şehrini temsilen Osmanlı Parlamentosuna milletvekili olarak seçilmişti.  Hicaz’dan ayrılarak Osmanlı başkenti İstanbul’a kadar gelmesi… Kırmızı halılar üzerine basarak mebus koltuğuna oturması ve kendi ülkesinin refah ve mutluluğu için konuşması tebessümleri hep sahte idi. Ve onun kendi geleceği için derin beklentileri vardı.
     Osmanlı’nın 1914 yılında 1. Dünya savaşına girmesi ile birlikte kendi  seçildiği toprakların geleceği için arayışlar içinde idi. Ama pek belli etmiyordu tavrını. Osmanlı mebusu olarak 1916 yılı başlarında Şam’ı en son ziyaretinde bölgedeki Arap milliyetçileri ile görüşmüş ve “o anın beklenmesini” istemişti.
Hakkında bilgiler  verdiğimiz kişi Hicaz Emiri Şerif Hüseyin’in oğlu Emir Faysal idi.  1916 yılı başlarında gerçekleyen gizli görüşmeler sonrasında Mısır’daki İngiltere Seferi kuvvetler kumandanlığının istekleri doğrultusunda hareket etmeyi, harcamaları için para ve silah almayı kabul etmişti. Aynı yıl içinde İngilizlerin Cidde limanına denizden saldırılarına emrindeki Arap isyancılar ile destek vermişti. Ve arkasından başlayan Medine kuşatmasına katılmış, Hz Muhammed’i ve kenti savunan Fahreddin Paşa kumandasındaki Türk askerlerine kurşun ve bomba atılmasına yardımcı olmuştu.  Devamlı  temas halinde bulunduğu kişi ise ünlü casus Lawrence idi.
    İngilizlerin Filistin ileri harekatına da tam destek verdi.  İngiliz kumandan Allenbi’nin 11 Aralık 1917 tarihinde Kudüs’e girişi olayını alkışlayanlar arasında idi. Lafın gelişi “kendisini Hz. Peygamber soyundan gösteriyor” ve kendisinde hikmetler olduğu fikirlerinizde etrafa yayıyordu.
    Ekim 1918 başlarında İngiliz askerleri ve Emir Faysal’ın kumandasındaki Arap isyancılar Şam kentini muhasara ve ele geçirmişlerdi. Şam Hastahanesinde aç ve ilaçsız ama yaralı çok güç şartlar altında bulunan Osmanlı Askerlerine eziyet ve işkencenin yapılması hatta tekmelenmesi dövülmesine bile karşı çıkmadığı gibi destekleyici olmuştu.  Aynı günlerde Şam’a gelen Lawrence elindeki fotoğraf makinası ile karşısında bulunan iki kişinin gülümsemesi ve omuz omuza vererek dostluk gösterisi yapmasının görüntüsünü fotoğraf karesine aldı.  Hayalleri ve beklentileri arasında Osmanlı’nın terk ettiği topraklarda yani Suriye dahil daha aşağılarda Arabistan yarımadası ve Hint Okyanusuna kadar uzanan geniş alanda Büyük Arap Devleti’nin hükümdarı olmak istiyordu.  3 Ocak 1919 tarihinde Dünya Siyonist hareketinin lideri Haim Weizmann ile  karşılıklı çıkarları ve işbirliği dostluğu esas alan anlaşmaya da imza atmıştı.  Bu anlaşma ile Yahudilerin Filistin topraklarına yerleşmelerini ve milli vatan sahibi olmaları görüşlerini kabul etmişlerdi. Arkasında Büyük Britanya (İngiltere) Devleti’nin olduğuna inanıyordu. Osmanlı’nın terk ettiği Arabistan topraklarının yeni oluşumunun esaslarını belirleyen  1919 tarihli Paris Barış Konferansı’na katıldı. Paris’te iken yine görüntüye yansıyan bir kare fotoğraf daha çektirdi. Burada  bir binanın giriş merdivenlerinde önde ve ayakta görülüyor hemen arkasında sağ tarafta casus Lawrence duruyor, yine Faysal’ın arkasında Fransız kumandan Pisani’nin kendine özgü başında şapkası var.  Ve bu fotoğrafın verdiği mesaj ise her ne olursa olsun Faysal, arkasındaki büyük ülkeler olan Fransa ve İngiltere’nin istekleri ve destekleri doğrultusunda ayakta duruyor.  Paris Konferansından çıkan en önemli sonuç ise Faysal’ın 1917 tarihli Balfur Deklarasyonunu kabul etmesidir. 
   7 Mart  1920 tarihli  Suriye Meclisi’nin toplantısında Faysal “Büyük Suriye Kralı” olarak seçildi. İşte bu aşamada baltayı taşa vurdu. Çünkü Fransa üzerinde Fransa’nın mandater hakları vardı. Fransız ordusu Faysal’ın isteklerini red etti. Faysal’a destek veren Arap silahlı unsurlar 24 Temmuz 1920 tarihli Maysalum savaşıyla yenilgiye uğratıldı. Faysal Suriye’den kovuldu. İşte bu aşamada Faysal, kendisini İngiltere’nin kucağına attı. İngiliz İstihbarat Servisinden Irak devletinin sınırlarını çizen Gertrude Bell’in verdiği fikirler doğrultusunda İngiltere Mandaterliğini (hakimiyetini ve çıkarlarını) kabul etmesi şartıyla  Irak kralı olması kabul edildi.  Irak’ta göstermelik halk oylaması yapıldı. Faysal 5-96 oy çoğunluğu ile Irak Kralı seçildi. Ve 1921 yılı içinde Faysal resmen Irak Kralı idi.
     Faysal Irak Kralı olarak tahta oturduğunda bir kare fotoğraf daha çektirdi. Orta yerde başında Arapların kendine özgü kenarları birbiri ile bağlantılı örtüsü ve onun altında askeri kıyafeti vardı. Koltuğa oturmuştu ama etrafta ona dikkatle bakınan İngiliz subayları vardı.  Irak Devleti bu şartlar altında doğdu. Orta yerde ve tarih sahnesinde Faysal adında bir Irak Kralı vardı. Kendi halkının inançlarının kültürünün ve iradesinin sağladığı güç ile Kral olmamıştı. O sadece ve sadece efendilerinin emrinde göre yapan bir “kukla” idi. Tahta bacakları ile yürüme zorluğu çeken bir insan.
Kaynak: Faysal of Iraq, Wikipedia-Aralık 2008

TOROSDAĞLARINA “ANZAC ANITI” DİKİLİYOR…

     -Çanakkkale savaşında karşı karşıya geldiğimiz, savaştığımız ve binlerce Türk askerinin de ölümü ile sonuçlanan olaylarda ANZAC askerleri düşman durumunda idi.  Ve Savaşı onlar kaybetmişlerdi.
    -Şimdi Pozantı’ya bağlı Belemedik köyünde ANZAK anıtı dikme çalışmaları başlatılmış durumda. Neden ve Niçin?
     Takvimlerin 15 Aralık 2008  Salı gününü gösterdiğinde Adana şehir merkezindeki evimden sabahın erken saatlerinde ayrıldım.  Ve aynı gün minibüs ile Çukurova’dan kuzeye Gülek boğazı-Tekir yolunu izleyerek Pozantı’ya geldim. Pozantı Adliyesinde bilirkişilik görevimi yerine getirmek üzere gelmiştim, Pozantı’ya.  Çalışmaları sürdürürken aynı ilçede görev yapan Volkan Uysal adındaki öğretmenimi aradım: “Ben buradayım, müsaitsen gel görüşelim” demek için.  Öğle saatlerinde Volkan bey beni aradı, buluştuk ve kısa süreli de olsa Pozantı Belediye Başkanı ile ilçede yanan tarihi bir konuda görüşme yaptık. İlçe merkezindeki cami yanına “Atatürk ve 5 Ağustos 1920 tarihli Kuvayı Milliye Toplantısı” konusunu hatırlatan anıt yapılmıştı. Kaymakamlık binasının yanındaki boşluk alana da Kurtuluş Müzesi adıyla tarihi bir vagon yerleştirilmişti.  Görebildiğim kadarıyla Pozantı ilçesinde Osmanlı’nın son döneminde yaşanan düşman işgali ve yöre halkının verdiği milli mücadele ile ilgili halkı bilinçlendirme çalışmaları başlatılmıştı. Aynı gün akşam üzeri ilçenin genç kaymakamı ile makamında yaptığım kısa görüşme esnasında  Kaymakamın “Ulukışla istasyonunda bulunan tarihi eski bir vogonu Pozantı’ya getirdik. Vagon’u istasyondan alıp şimdiki yerine koymak için altına bilyeli halka ve araba tekeri yerleştirdik. Yürüterek Fatih’in torunlarına yakışır şekilde getirerek yerine koyduk.  Pozantı’ya ve bura halkının verdiği vatan mücadelesi ile ilgili olarak Kurtuluş Müzesi kuruyoruz. Amacımız gelecek nesiller atalarının neler yaptıklarını daha iyi öğrensinler diye…”.  Pozantı Kaymakamı, ilçede yaşanan milli mücadelenin canlandırılarak genç kuşaklar tarafından hatırlanması için canla başla çalışıyor ve Volkan Uysal öğretmenimiz ve arkadaşları da ona canı gönülden destek veriyordu.
    Aynı gün (15 Aralık) akşamüzeri saat 21.30 civarında Ankara yönünden gelen tren Pozantı istasyonunda durdu.  Vagonların kapıları açıldı. Adımlarımı vagon merdivenlerinden  çıkarak attım. Trenin siren sesi geldiğinde raylar üzerinden hareketlenme başlamıştı. Ve aynı anda vagon penceresinden beni uğurlamaya gelen arkadaşlara el salladım. Gece karınlığında etrafta olanları tam olarak görmek mümkün değildi.  Bildiğim bir şey vardı ki birkaç km ilerde Toros geçitlerinde bir vadinin orta yerinde ve Çakıt suyunun kıyısında Belemedik adıyla tarihi bir yerleşim yeri vardı. 1910’lu yıllarda Almanlar tarafından kurulan Toros tünelleri ve demiryolu yapım çalışmaları için merkez olarak seçilen bir istasyondu Belemedik.  Osmanlı-Alman dostluk ilişkileri çerçevesinde gündeme getirilen Avrupa ile Asyayı birbirine bağlayan dünyanın askeri-ekonomik en büyük ulaşım projesinin sonucu olarak yapılıyordu Toros tünelleri…Ve bu kapsamda Belemedik istasyonu. Belemedik’teki istasyon binası kısa zamanda çalışır hale getirildi. İstasyon binası, hastane, cami, kilise, depolar, genel ev, lokanta, barınma yerleri olan pansiyon binaları yapıldı. Elektrik hattı çekildi.  Yöredeki dağlardan keresteler getirildi.  Alman mühendisler ve teknik elemanlar denetiminde yüzlerce ve binlerce işci çalıştı demiryolu yapımında.
    Pozantı’da iken “Pozantı 5 Ağustos Gazetesi”nin sahibi Yunus beyin de bulunduğu sohbet ortamında Belemedik’e ANZAK ANITI dikileceği konusunda bilgi sahibi oldum. 
Yunus Bey: “Belemedik’e 1. Dünya savaşı esnasında Çanakkale’de esir düşen AE2 Anzac denizaltısından esir askerler getirilmişti. Bunlar yol yapımında çalıştılar. İçlerinden 4’ü hastalanarak ölmüş. Bunlar anısına Belemedik, Afyon ve Çanakkale’de aynı anda Barış anıtları dikilecek” dedi.

BELEMEDİK’E ANZAK ANITI DİKİLMESİ GEREKİR Mİ!

-Görünüşte Avustralya milli kimliğini canlandırma ve Türk-Avustralya tarihi barış ve dostluk girişiminin bir sonucu gibi düşünülerek Belemedik’te ölen 4 Anzac askeri için anıt dikilme çalışmaları, yaşanmış olayların farklı görünüşlerini yansıtmaz mı!
-ANZAC askerlerinin Filistin cephesinde ihanetler ve felaketler sonrası 150 bin Türk askerinin Mısır’daki esir kamplarına götürülmeleri, gözlerinin kör edilmesi ve binlercesinin de öldürülerek toplu mezarlara konulmasında hiç sorumluluğu yok mu!
     Bu bilgiler  kulaklarımı çınlattı. Aynı gün gece yarısı Adana’ya evime geldim. 2008 yılı Aralık ayı içinde Avustralya Devleti’nin girişimleri sonucu Torosdağlarının merkezi ulaşım özelliği olan Belemedik vadisinde 1915-18 yılları arasında esir hayatı yaşamış Avustralyalı askerlerden ölen 4 kişinin hatırasını yaşatmak amacıyla anıt dikilmesi projesi hayata geçiriliyordu.  Anzac’ların da savaş arşiv belgelerinin derlendiği internet sitelerinde yaptığım kısa araştırma sonrasında olayın tarihi bilgilerine ulaştım. 1915 yılı 25 Nisan günü Çanakkale boğazına giriş yapan AE2 Avustralya denizaltısı, gece yarısından sonra ay ışığının batması ile birlikte boğazın içine giriş yapmıştı. Kepez burnu açıklarındaki mayınlı alandan geçmiş, saat 4.30 civarında sahildeki Türk projektörlerince görülmüş ve sahil bataryalarından açılan ateş ile Kumkale, Kilitbahir, Gelibolu arasında zikzaklar çizerek boğazın kuzeyine Marmara denizine doğru  kaçmaya çalışmıştı. 30 Nisan 1915 günü Marmara denizine giriş yaptığı sırada Sultanhisar adındaki Osmanlı gemisi tarafından vurularak bataryaları arızalanmış ve batırılmıştı. Olay esnasında AE2 Anzac denizaltısının kumandan ve askerleri de esir alınmıştı. Olay sonrası Esir ANZAC askerler kısa sürede Afyon’da kalmışlar ve daha sonra daha iyi barınma şartlarından dolayı Torosdağlarındaki Belemedik tren istasyonunda bulunan kamplara getirilmişler, bir süre de demiryolu yapım işcisi olarak çalıştırılmışlardı. Belemedik’e getirilenler içinden sıtma, tifüs menenjit gibi hastalıklardan dolayı 4 anzac askeri de ölmüştü. Bunlar için Belemedik’te mezar da yaptırılmıştı. Ancak Osmanlı’nın 1918 yılında 1. Dünya Savaşını kaybetmesi ile birlikte buradaki Anzac askerlerinin mezarlarındaki naaşları Bağdat’a götürülerek oradaki Anzac mezarlığına konmuştu. Özetle: Belemedik’te Anzac askerler esir hayatı yaşamışlar içlerinden 4’ü hastalanarak ölmüş, ama onların bile naaşları taşınmıştı. ANZAC askerlerini kendi ülkesinin kahramanları olan gören Avustralya Devleti, onların hatırasını canlandırmak için Belemedik’e anıt dikme girişimi başlatmıştı.  Bu bilgileri elde ettikten sonra kendi kendime sordum: “Anzac askerleri ile savaştığımız Çanakkale savaşında bu ülkenin fidan gibi gençlerinden 250 binini kayıp vermiştik. Biz Türkler için Çanakkale en zor şartlarında kazanılan bir zafer ve vatan mücadelesinin destanı” idi.  Diğer yandan da Filistin cephesinde yaşanan 1915-18 yılları arasındaki savaşlar sonrası İngiltere devletinin resmi belgelerine göre sadece günümüz İsrail Devletinin kontrol ettiği topraklarda Kudüs ve civarında 50 bin Türk askerine ait yüzlerce toplu mezar vardı. Ve bunlar anısına bir tane şehitlik bile yoktu.  Aynı savaşlar bittiğinde 150 bin askerin Mısır’daki esir kamplarında yaşadıkları olaylar ve 15 bin Türk askerinin de “cerasol katkılı” su tanklarında  Ermeni doktorların gözetiminde zorla banyo yaptırılarak gözlerinin kör edilmesi gerçeği vardı. Bahsi geçen 15 bin Türk askerinin yaşadıkları dünya tarihinde eşi görülmemiş bir savaş suçu idi. İngiltere’den hesap sorulması ve “Özür dilenmesi” gerekiyordu. Bırakınız olayın sorumlularının özür dilemesini Türkiye’de iş başına gelen yönetimler ve onların toplumu yönlendiren tarih ve bilim kuruluşları  bahsi geçen olayları araştırmak gündeme getirmeyi hiç düşünmemişlerdi. Özetli Türkiye’deki yönetimler bahsi geçen insanlık suçuna kör ve şaşı kalmışlardı. Bu gerçeklerin çelişkilerin ışığında 2008 yılı içinde Anadolu’nun bağrında Toros geçitlerindeki Belemedik tren istasyonunun bulunduğu vadine ANZAC ANITI dikilmesi çalışmaları sürdürülüyordu…

ÜLKE TOPRAKLARI SATILIYOR VE YAĞMALANIYOR


     -Osmanlı’nın çöküşünde “Yabancılara özellikle de Yahudilere toprak satılması” olayı
Önemli bir sebeptir.
     -Adana Valisi Şakir Paşa’nın günümüzde İsrail toprakları içinde kalan Akka yöresindeki çiftliği, yörenin Müslüman-Arap Belediye Başkanı, Müftünün de dahil olduğu ekip tarafından Yahudi banker Rotschild’e satıldı.
     -Beyrut’taki bir grup hukukcu Padişah Abdülhamit’e uyarıcı rapor gönderdiler.
     -Rapor metni “Şifre” kitabında yayınlandı.

      Xin geceleri gözlerine uyku girmiyordu. Rüyasında bomba ve kurşun sesleri altında sağa sola kaçışan Filistinli çocukların kanlı görüntüleri, kızgınlıkla yürüyen ve bağırıp çağıran insanların kızgınlıkları, kadınların feryatları karşısında duygulanmamak mümkün değildi. Sabaha karşı bir vakitte kan ter içinde uyanıyor ve “Bütün bu olanlar nedendir?” sorusunu soruyordu kendi kendine… Bir zamanlar Osmanlı’ya bağlı Filistin topraklarında yaşanan olayların aslı esasını öğrenmesi gerekiyordu.  Bu duygu ve düşünceler içinde hazırlıklarını yaptı.  Osmanlı Arşivi’nin yolunu tuttu. Filistin yöresinde yaşanan olaylarla ilgili yayınları gözden geçirdi. Ahmet Uçar’ın “Filistin’i Kim Sattı? (Bak. Tarih ve Düşünce dergisi, Haziran-2002) makalesini dikkatle okudu. Osmanlı Arşivinde bulunan bir dosyadaki belgenin açıklaması yapılıyordu.  X, “vatan topraklarının satılmasına isyan eden yöneticilerin İstanbul’a gönderdiği bir ihbarnamede yazılanları okurken bile titremeye başladı. Bir yanda gaflet ve delalet içinde bulunanlar, Olaylar karşısında suskun kalanlar, çıkarları uğruna işbirliği ve ihanet içinde olanların sergilediği olaylar açıklanıyordu, ihbarnamede… X, Belgenin aslı üzerinde yazılı olanları yeniden çözümleme çalışmalarını sürdürdü.  Sayın Ahmet Uçar’ın yayınladığı çözümlenmiş metinde olayları perde arkasından yönetin kişinin adının “Baron Roşliye”  olarak yazılmasının doğru olamıyacağını düşünerek tekrar tekrar aynı ismin kimliği üzerindeki çalışmalarını sürdürdü. Padişaha ihbarname sunanların belleğinde canlandırdıkları isim İngilizce “Rotschild” yazısının Osmanlı Türkçesi ile yazılışı olan “Roşild”in farklı bir okunuşu olsa gerek diye düşündü. Ve belge ile konuşmaya başladı. Bir ülke Osmanlı Topraklarının satılması ve yakın bir gelecekte yaşanacak felaketler haber veriliyordu.
     Arşiv belgesi 15 Ağustos 1893 tarihinde kaleme alınmıştı. Osmanlı Hükümetinin Beyrut yakınlarındaki Şoraviye Nahiyesinin eski  Müdürü Subhi ile  Hayfalı ama aynı nahiyede Reji Müdürlüğü yapmış Ahmet ve Akka  Savcı Yardımcısı Mehmet Tevfik efendi’nin ortak görüşlerin yansıtıyordu. “Öteden beri ata ve dedeleremizden bize ulaşan devletimizin sonsuza dek yaşaması düşüncesine bağlı kalarak”  bu satırları yazıyor ve sizlere duyuruyoruz, padişahımız efendimiz  düşüncesi yer alıyordu baş kısmında ihbarnamenin…
    Osmanlı’nın Filistin topraklarının sahil kısmında yer alan Beyrut, Hayfa ve Bilka yöresinde yer alan arazilere izinsiz olarak Yahudilerin yerleştirilmesi ile ilgili bilgiler veriliyor ve bu duruma  sebebiyet veren yöneticilerin rüşvet ve iltimasla çalışmaları açıklanıyordu.
     1890 yılı içinde Hayfa liman yşehrine gelen bir gemiden Rusya ve Romanyalı 140 Yahudi’nin izinsiz olarak oturma izni alması ve o yörede satın alınan arazilere yerleştirilmesi olayını sonuçlandıran kişinin Baron Hirş’in adamları olan  Musa Hankir ve Mayer Zifon oldukları söyleniyor… Onlarla işbirliği yapan şebekenin içinde de yerel öyneticiler oldukları… Bunların başında Akka Mutasarrıfı Sadık Paşa, Hayfa’nın önceki kaymakamı Mustafa Efendi, Akka Müftüsü Ali, Belediye Reisi Mustafa, Meclisi İdare azasından Necip’in isimleri geçiyor. Bir zamanlar Adana Valiliği yapan Şakir Paşa’nın Hayfa yöresinde 1800 liraya satın aldığı çiftlik arazisini on kat artırarak 18.000 liraya satışını yapmak için harekete geçtiler. Satış o kadar hızlı gerçekleştirildi. 140 Yahudi göçmenin yerleştirileceği deniz sahilindeki  binlerce dönümlük boş araziler seçilmişti. Vapur’un Hayfa limanına yaklaşması ile birlikte bir gecede Polis memuru Aziz ve zabıta memuru Yüzbaşı Ali Ağa, göçmenlerin kimlik kontrolü ve limana girişlerini engellemeleri gerekirken… Tam tersi yapıldı. Göçmenler sahile indiler. Herkes onlara yardımcı oluyordu adeta… Belediye Başkanı  Mustafa, Yahudilere sahte kemlik belgesi vermekle kalmadı. Onların çok önceden beri o civarda kaçak göçek yaşadıklarını ilere sürerek yerli ahaliden sayılmaları gerektiği ve dolayısiyle nüfusa geç yazıldıkları hakkında resmi belgeleri düzenledi.  Şakir Paşa’nın çiftlik arazisinin satışından dolayı yardımcı olan yöneticiler 2 bin lira da ek para aldılar. Ve Yahudi göçmenler bir gün içinde yerleşim izni aldılar. Satış işinin içinde olan Akka Müftüsü Ali Efendi yaptığı karlı satıştan memnundu. Nereden bakılırsa bakılsın Şakir Paşa’nın 20 bin dönüme yakın arazisi bu şekilde değer fiat ile satılmış oldu. Akka ve Hayfa yöresinde Nablus ve Kudüs Sancaklarının bulunduğu arazilere yabancı Yahudilerin yerleşiminin önü açılmış oldu.
    Filistin topraklarında kanunlar çiğnenerek yöneticiler tarafından rüşvet ve iltimasla arazi satılması olayının parde arkası “ihbarname” belgesine şu sözlerle yazıldı:
“Halen Baron Rotschild doğrudan yönetici olarak ilgi ve himayesinde bulunan binalar ve şimdiyekadar 700 haneye yaklaşan ve sadece Yahudilerle dolu olan Farin denilen köy, vaktiyle asıl sahibi mirascı bırakmadan ölen ve köyün mahlulat (yoklama) defterine kaydı lüzumuna ilam olunduktan sonra her ne yapılmış ise yapılıp Yahudilere satılmıştır”.
    Bu satıştan sonra Hayfa ile Yafa şehirleri arasında bulunan  Haşmezzerake’deki 30 bin dönüm arazi  15.000 liraya satılmıştır.
Bunun dışında Hayfa yakınlarındaki Karmel dağı yakınında 15.000 dönüm arazi Belediye Başkanı Mustafa’nın arayla girmesiyle Fransız  Rahiplerine, araksından da aynı yere yakın 10.000 dönüm arazi Alman rahiplere kilise ve bina yapılması için satılmıştır. Bu gelişmeleri yakından izleyen  Hayfa İngiliz Konsbolosu Schmidt’in araya girmesi ile  5.000 dönüm arazi madam Altes İngilize misyoner okulu açmak üzere satılmıştır.
    Yabancıların kanunsuz yollardan toprak satın alarak Yahudileri kaçak yollardan aynı arazilere yerleştirmelerinin yasa dışı olduğunun farkına varan Akka Mutasarrıfı Ziver Paşa, Hayfa’da “arazilerin tahliye ve devlete geri verilmesi” davası açtı. Bu hususta da  Trabluslu Muhittin Efendi’yi görevlendirdi. İver Paşa, mahkeme safahatını yakından izliyordu. Ne oldu bilinmez ama İstanbul’dan gelen bir tayin  telgraf emri ile Çanakkale’ye gönderildi.
    Aynı “ihbarname”nin düşündüren bir başka konu hakkında verdiği bilgiler ise ilgi çekici olduğu kadar da düşündürücü idi:
“Halen Akka’da sürgünde bulunan sahip olduğu sınırsız serveti ve nüfuzu sayesinde her istediğini yapmaya gücü yeten  İranlı (Bahai) Abbas Efendi, aynı düşünceleri paylaştığı Belediye Reisi Mustafa Efendi, Mahkeme azasından Necip Efendi işbirliği yaparak , çaresiz fakir halkın elindeki araziyi çok ucuza satın alarak aşırı yüksek fiatlarla Yahudilere ve yabancılara satmaktadırlar”…
… “Kendilerine yakın olan köylerin çaresiz Müslüman halkına karşı her türlü zulüm ve baskıyı esirgemiyorlar. Hatta bir takım hatırlı Müslümanların ırzına bile saldırılmıştır.”…
Kayseri nahiyesindeki Yahudiler ayarı düşük akça basmaktadırlar. Olayı araştırmak üzere görevlendirilen Çerkez Ali’ye silahlı saldırıda bulunulmuştur”… “Bir büyük hükümet(devlet)  kurmak için her türlü bilgiyi (okullarında) almakta olduklarını herkes söylemektedir”…
“Her karışı bir can değerinde olan şu yerler geçen zaman içinde yabancıların yararlanmasına bırakılmasına sebebiyet vermiştir”
    Osmanlı Arşivinde bulunan bu belgenin tamamlayıcısı olan bilgileri/ şifreleri de çözmek gerekiyordu. Hayfa yöresinde Yahudi göçmenler için arazi satın alınmasında adı geçen Baron Rotschild’in kimliği ise Nathan  Mayer Rotschild ( 1840-1915) olarak geçmektedir. Ve onun şöhreti  de “Birinci baron” olarak bilinmektedir. Yahudilerin kutsal topraklara dönüşleri için elindeki bütün imkanları kullanmıştır.  Padişah Abdülhamit’in bütün yasaklamalarına rağmen
Osmanlı yerel yöneticilerinin “Yahudi göçmenlere” rüşvet ve iltimasla Yahudi göç ve iskana ortam sağlamalarının arkasında Osmanlı’nın yüksek devlet görevlisi mason paşaların büyük rolü vardır. Ziver Paşa’nın görev yerinin birdenbire değiştirilmesinde de bu husususun önemli yeri vardır.
    Sonraki yıllarda Abdülhamit, Yahudilerin Filistin topraklarına göç ve iskanına kesinlikle izin vermedi. Yahudiler,19. yüzyıl sonlarına doğru “Kutsal topraklara dönüş veYahudi anavatanında devlet kurma” düşüncesini canlandırdılar. Kudüs yakınlarındaki Sion veya Zion dağından ismini alan  dini ve siyasi hareket örgütlendi. Dünya Siyonist hareketinin kurulmasına Avusturyalı Yahudi asıllı gazeteci Teodor Herzl öncülük etti. 1896-1901 yıllara arasında İstanbul’a gelerek Padişah ile 5 kez görüşme yapan Herzl, “Bütün Osmanlı borçlarının ödenmesi” karşılığında Yahudilerin Filistin’e göç ve yerleşimine izin verilmesini istedi. Ancak onun isteği Padişah tarafından kabul edilmedi.

Ayrıntılar: “www.cezmiyurtsever.com”dadır .


9 Ekim 2010 Cumartesi

SARA’NIN CASUSLUK HİKAYESİ

     -Sara Aaranson, Osmanlı Yahudisi olarak Yafa şehri yakınlarında Yitron Yaakov’da yaşıyordu. Ağabeyi Aaron ile birlikte 1914 yılında NILI adındaki Yahudi casusluk örgütünü kurdular.
    -Osmanlı Ordusunun I. Dünya Savaşında Filistin cephesinde ağır bir yenilgi alarak bozgun yaşanmasında Yahudi asıllı casus Sara Aaranson’un İngiltere hesabına casusluk yapmasının büyük önemi vardı.
     Hayatının baharında olmasına aldırmadan bakışlarını karşıya dikti. Kısa bir süre için durdu. Ve yüzünde parlayan flaş ışıkları onun çehresini fotoğrafa yansıttı. Saçları kısa kesilmişti. Boynunu da örten beyaz gömleğinin çizgileri göbek hizasında giydiği manto ile tamamlanıyordu. Fotoğrafı çeken görevli portrenin alt kısmına FO Box 10521-Tallahassee FL-0521 yazısının üzerine rehmann P 156 yazmıştı. Bu görüntü aslında FO olarak kodlanan İngiltere Dışişleri Bakanlığı Arşivindeki İstihbarat dosyaları içinde onunla ilgili çok gizli bilgilerin yer aldığı dosyanın içindeki kod numarası idi.  Fotoğraftaki kadının ismi de SARA AARANSON olarak yazılmıştı. İngiltere’nin I. Dünya Savaşı esnasında Filistin askeri operasyonlarında çok önemli görevi yerine getiren kadın elemanı… Bir başka ifade ile  İngiltere hesabına çalışan Yahudi NİLİ casusluk örgütünün lideri idi. Düşman olarak görülen Türk askerinin kontrolündeki Arabistan topraklarının Filistin, Kudüs, Suriye bölümündeki olaylar ile ilgili bilgileri derlemekle görevli idi.
     Herkesin bir hikayesi var sözlerindeki düşünceyi doğrularcasına onun hakkında bilinenlerde yakın zamana kadar bir sır olarak saklandı. Ailesi 1880’li yılların başlarında Romanya’dan göç ederek Osmanlı’ya bağlı Filistin topraklarının kuzeyindeki Akdeniz’e de yakın Zichron Yaakov’a yerleşmişti. Yerleşim esnasında Avrupa’nın en zengin Yahudi ailesi Rotschild’dan maddi yardım almışlardı. Her ne kadar Osmanlı Padişahı Abdülhamit, Filistin ve Kudüs Sancağı yöresine Yahudi göçünü yasaklamış olmasına rağmen.  Bahçeli ve taş yapı villayı andırır güzel bir evleri vardı. Kardeşi  Aaron Filistin topraklarında yaşayan ünlü bir botanik uzmanı idi. Veya öyle görünüyordu.  Çöl toprağında veya vadi aralarında sulak arazilerde tarım yapılması, bitki çeşitleri üzerine araştırmalar yapıyordu.
    Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşına girmesi ile birlikte şartlar birdenbire değişti. Çanakkale savaşı tam bir hesaplaşma idi, Osmanlı ile İngiltere arasında. İngiltere ve ona bağlı ANZAC güçleri Kilidbahir saldırılarında başarılı olamamışlardı. Ama şimdi hem İngiltere ve hem de müttefik konumdaki Fransa gözlerini Arabistan topraklarına çevirmişlerdi. Osmanlı’nın zayıf karnı burada idi. Epeydir yöredeki Arap kabile reislerinin çoğu para ile satın alınmış, el altından Osmanlı’ya isyan etmeye hazır bir durumda idiler. Her ne kadar Osmanlı’nın Şam’dan Hicaz’a (Medineye) kadar uzanan demiryolu hattı bulunsa ve yüzyıllardan beri de bölgeyi yönetse de halkın reisleri ile bütünleşemediği için dış müdahale ve savaş ortamında işi bir hayli zordu. Osmanlı’nın yöredeki lojistik, haberleşme ve ulaşım imkanları da sınırlı idi.  Ama ne olursa olsun Türk askerleri büyük bedel ödense de Hicaz bölgesi ve Kudüs’ü korumakta idi.

Cemal Paşa kumandasındaki Osmanlı IV. Ordusu, merkezi Şam’da konuşlanmış, Yemen’den Sina Yarımadası ve Filistin’e, Bağdat’a kadar geniş bir alana asker sevki yapıyordu. İngilizlerin Asya’dan Akdeniz’e ulaşan stratejik ulaşım merkezi Mısır ve Süveyş’e yapılacak başarılı bir saldırı ile düşmanın güç durumda kalacağı hesaplanıyordu.
    Osmanlı’nın Süveyş kanal harekatı 1915 yılı Ocak ayı içinde başlamış, kanal üzerine seyyar köprü kurma ve karşıya geçme çalışması hezimetle sonuçlanmıştı.  24 Temmuz 1916 yılına gelindiğinde Osmanlı ordusu Sina yarım adasını boşaltarak Filistin’in güney ucundaki el-Ariş’e çekilmişti. Çadır kamplar kurulmuş, Şam ve Halep’ten devamlı yardım alınıyordu. Osmanlı ordusu içinde Avusturyalı askerler de vardı. Önemli kumandanlık görevlerinde Almanlar da bulunuyordu.
    1917 yılı içinde Osmanlı ordusu Gazze –Birüssebi hattını tutmaya karar verdi. İngilizlerin iki kez Gazze üzerine yürümesi durduruldu. Düşmana ağır kayıplar verdirildi. Ancak 1917 yılı Eylül ayı içinde Gazze sahillerine yaklaşan İngiliz savaş gemileri ağır silahların takviyesi ile cepheyi takviye etti.
    Bu arada beklenmeyen olaylar gelişti. İngiliz askerleri Osmanlı ordusunun savunma hatlarının en zayıf yerlerinden yarma harekatı yaparak ilerlemeye başladı. Gazze düştü, arkasından da Birüssebi tehlike altına girdi. Osmanlı’nın savaş planları yaşanan hezimet ile çökmüştü. Gazze yakınlarında Yahudi yerleşim yerlerinden havalanan güvercinlerden bir tanesi havada vuruldu. Yere düştüğünde kanatlarının altında bağlı olarak şifreli yazıların olan belgeler bulundu. Osmanlı Teşkilatı Mahsusa casusları yakalanan güvercinlerin havalandığı yerde araştırmalar yaptılar. Ve çok şaşırdılar. Osmanlı ordu karargahına sık sık ziyarete gelen ve kendisini Türk dostu olarak gösteren orta yaşlı alımlı ve güzel bir Yahudi kadın Sara’nın marifeti ile casus güvercinler havaya salıveriliyordu.  Sara’yı kıskıvrak yakalayan Türk casusları daha da şaşırdılar. Kısa süre önce Osmanlı Ordu kumandanı Cemal Paşa, ile karargahta kahve içerek derin sohbetler yapan bu kadından başkası değildi.  Ekim 1917 içinde Türk casuslar Sara’yı konuşturmak için tutukladılar. Mensup olduğu örgüt arkadaşlarının isimlerini vermesi isteniyordu. Sara’nın gözü döndü. Konuşmamak için yutkundu. Ve yapabileceği tek şey vardı: Sırlarını açıklamadan hayatı ile ödemek. Bulunduğu hücrede  birkaç el silah sesi duyuldu. Yahudi asıllı Sara, inandığı dava uğruna görevini yerine getirmiş, yakalandığında da sırlarını açıklayamadan hayatına son vermişti. Sara’nın soruşturmasına katılan Türk casuslardan Cevat Rifat Bey, gördükleri ve duydukları karşısında şok oldu.  Osmanlı ordusu dıştan ve içten ihanetler içinde peş peşe yenilgiler almıştı. Ve 9 Aralık 1917 tarihinde Türk askerleri Kudüs cephesini de terk ederek daha kuzeye çekildiler. İngiliz kumandan General Allenbi, 11 Aralık günü yürüyerek Kudüs’e giriş yaptı.
    Türk ordusu Filistin cephesinde tarihinin en ağır yenilgilerinden birisini almıştı. Sadece Gazze savaşları sonucunda asker kaynı 25.000 civarında idi. 10 bin asker de düşmana esir düşmüştü. General Allenbi ordusunun zafer kazanmasının sonuçları olarak 20’den fazla uçak, 20 milyon kurşun, 100 top, çok sayıda makineli tüfenk düşmanın eline geçmişti(1). Osmanlı ordusu bozulurken birliğini terk eden askerlerin kaçmasına fırsat vermeden isyancı Arap ve karşı güçler tarafından sayısı belirsiz Türk askeri Arabistan çöllerinde, Filistin, Suriye topraklarında vahşice tuzağa düşürüldü, öldürüldü.  Gazze savaşlarının sonunda düşman taraf oldan İngiliz ordusu nasıl olmuştu da Osmanlı cephesini kolaylıkla yararak hedeflerine doğru ilerlemişti. Yıllar sonra İngiliz İstihbarat Örgütü belgelerinin bulunduğu F0 serisi dosyalar içinde Sara’nın dosyası aralandığı zaman acı gerçekler ortaya çıkıyordu. Sara’nın emrinde çalışan çok sayıda kadın casus  görev esnasında fahişelik de yaparak en gizli sırları elde etmişler, İngiliz general Allenbi’nin karargahına ulaştırmışlardı. Bütün yaşananlar dikkate alındığında insan söylemeden edemiyor: Sara, Osmanlı ordu kumandanı Cemal Paşa ile karargahta sık sık görüşürken hangi ilişkilere girmişti! Ve neler elde etmişti! Yaşananlar tarihin gündeminde bir sır olarak saklandı. Osmanlı askerlerinin yakaladığı casus güvercinlerin kanatları altında bulunan belgelerde hangi bilgilerin servisi yapılmıştı!
1.Charles F. Horne, Records of the Great War, Vol.V, National Alumni- 1923





   

İNGİLİZ SÜLEYMAN’IN KANAL HAREKATINDA ESİR DÜŞMESİ VE AŞKI

Bir Kozanlı savaş esirinin İngiliz kadını Betty ile  aşk hikayesi…

      Seferberliğin ilanı ile birlikte  evinden ve köyünden ayrılarak askerlik şubesine vardı. Askere gidiş belgesi olan ‘sülus’ evrakı düzenlendi. Eline yol harcırahları  da dahil torbasını verdiler. Ayağında şalvarı, başında püsküllü fesi,çizgili mintan gömleği ve deriden çarığa benzer ayakkabısı ile yola çıktı.  Omuzundaki yükün ağırlığına bakmadan geri dönüp tekrar tekrar baktı Feke’ye.

     Kendisi gibi asker arkadaşları ile birlikte yola koyuldu. Dağlar, vadileri aşarak bayır aşağı yürüyerek Sis (Kozan )şehrine vardılar. Oradan da saatler süren yolculuktan sonra ver elini Adana. Seyhan ırmağı kıyısında Adana, Taş köprüsü ile birlikte bir hoş görünüyordu. O günlerde parkların kıyısında ötüşen kumru seslerini dinleyerek yeniden yola koyuldular. Sırtlarındaki yükün altında bazen terleyerek bazenda yorularak yol alıyorlardı, katar katar, kafile kafile… Anadolu’dan Çukurova’dan asker akıyor gidiyordu… Suriye’ye Arabistan çöllerine doğru.  İskenderun, Belen geçitleri, Antakya ve daha sonra  günler süren yolculuktan sonra ver elini Halep şehri.  İhtişamlı bir kale eteğinde, çarşısı, sarayları, Arapça konuşan insanları ile bir başka alemdi. Kondular, göçtüler, bir kuş misali. Şam’a ulaştılar. Ondan da ötesi Kudüs, Yafa, el- Ariş ve Sina çölleri.  Yıl l9l4 idi. Adana’nın Kozan Sancağı, Feke kazasından Süleyman vatani görevini yapmak üzere, düşmanın elinde bulunan Süveyş kanalı kıyısında idi.  Başlarında bulunan Cemal Paşa, aynı zamanda yıllarca Adana Valiliği de yapmıştı.  Çöl sıcağı altında düşmana saldırı düzenleme, geri püskürtme, yakın dövüş, ölme veya öldürme olduğunu biliyordu görevinin.
    Matarasında bulunan su ve torbasındaki peksimet ile avuç içi kadar peynir ve bir miktar zeytin ile siperde düşmanla ölesiye savaşmak… Cemal Paşa’dan gelen emir üzerine kanal üzerinde seyyar köprülerin kurulması ve aniden karşı tarafa saldırı yapılarak düşmanın savunma hatlarının yarılması düşünülmüştü. Ama akla gelmeyen bir şey daha vardı. Düşman havada dolaştırdığı uçaklar ile Türk ordusunun  bulunduğu siperlerini, hareketliliği anında öğrenmişti. Casusları vasıtasıyla da olabilecek askeri saldırılardan da haberdar olmuştu. Daha da kötüsü, para düşkünü bedevi Arap kabileleri de düşmanla işbirliği halinde idi.

     Düşmanla savaşmadan önce kumandanları karşısına geçmiş, görevlerini hatırlatıyordu: ‘Arkadaşlar elinizde tuttuğunuz silahınız sizin namusunuzdur. Bayrağınız ve vatanınız için son kurşununuz kalıncaya kadar savaşacaksınız’.
     Gecenin sessizliği ile birlikte başlayan hareketlilik kısa sürede kanala doğru döşenen dubalar üzerindeki köprüden karşı tarafa doğru saldırıya dönüştü. Topçuların desteğinde Türk askerleri kanalı aşarak karşıda bulunan İngilizlerle çarpışıyordu. Ama beklenmeyen olaylar gelişti. Düşman, Türk askerlerinin yerinden kımıldamasını bile haber almıştı. Seyyar dekovil hatları döşeyerek kanalın karşı kıyısına asker yığmış, toplarını yerleştirmişti. Kısa zamanda başlayan çatışmalar esnasında seyyar köprüler birbiri peşi sıra çökmeye başladı. Feke’li Süleyman da saldıran askerler arasında idi. Yanında Tarsuslu arkadaşı Abdullah ile birlikte ölesiye savaşıyordu. Karşısına çıkan düşman askerlerine bıçağıyla, süngüsüyle karşı koyuyordu. Kanalın içinde başlayan boğuşmalar esnasında on kadar düşman askerini öldürmüştü. Yanına kadar yaklaşan düşman askerleri Süleyman’ın  üzerine balıkçı ağı attılar. Ve Süleyman kıskıvrak yakalandı. Kaçması da mümkün değildi. Ağa takılmış bir balık gibi kıyıya çekildi. Yakalandı. Elleri bağlandı. Düşman kumandanının karşısına çıkarıldı.      Kumandan soruyordu:
    “-Neden, teslim olmadın,onca insanın ölümüne sebep oldun? Süleyman’ın cevabı ise:
    “- Kumandanımız bize sıkıya tenbih etti. Bizler vatanımız için kanımızın son damlasına kadar savaşmaya yemin etmiştik. Ben vatanım için mücadele ettim. Bundan da pişman değilim.
    Süleyman bir süre esir kampında tutuklu olarak kaldı. Askeri mahkemeye çıkarıldı. Benzer soruları İngiliz hakim de sordu. Süleyman aynı şekilde cevaplar verdi.  Olay esnasında Süleymanın da dahil olduğu askerler arasında bir düşman casusu vardı. Onun sayesinde İngilizler her şeyi önceden öğrenmişlerdi. İngiliz hakim de Süleyman’ın cesaretine hayran kaldı. Ve Süleyman ‘savaş esiri’ olarak limanda gemileri yükleme işinde çalıştırıldı. O biliyordu ki Süveyş Kanalından geçen her gemi Çanakkale’ye asker ve cephane götürüyordu. Yükleme esnasında vincin ucunu serbest bırakıyor, yüklemenin başarısız olmasını sağlıyordu.
     Süleyman’a düşman elinde esir kampında yaşamak kapana kıstırılmış bir fare gibi çekilmez sıkıntıların yaşanması idi. Çoğu günler çaresizlik içinde acılar çekti. Derdini içine attı. Ve hastalandı. Gözleri kararmış, terliyordu. Umutsuzluk, acılar… Daha da beteri memleketten haber alamamak onun iç in dayanılmaz sıkıntı idi. Hastahaneye kaldırıldı. Tedavi altına alındı. 
    O günlerde hastahaneye askeri tabib yüzbaşı olarak ‘Betty’ adındaki İngiliz subayı geliyordu. Sağlık hizmetlerini denetliyor, temizliğe, askerlere uygulanan tedavi yöntemlerine nezaret ediyor, emirler veriyordu. Süleyman’ın da yattığı odaya geldiğinde karşısında dalgın bakışları, pehlivan görünüşü, mavi gözleri ile yiğit bir delikanlı vardı. Elinde defter olduğu halde, Süleyman’ın kolunu tuttuğunda kalbinin titrediğini hissetti. Beklenmeyen duygular kapladı vücudunu. Ona dokunmak ve gözlerine bakmak bambaşkaydı. Süleyman’da kendisine karşı nezaket içinde bakan, ilaç yazan Betty’e karşı aynı duygular içindeydi. Görünüşte karşılıklı düşman olan ülkelerin yurttaşları idiler. Ama en nihayet insandılar. Kalbleri,birbirine karşı sıcak duyguların sevginin doğmasına engel değildi. Süleyman’ın odasından çıkarken bile gözlerini ayıramıyordu. Geriye dönüp tekrar tekrar baktı. Süleyman da bambaşka duygular içindeydi. Kalbinin heyecanlandığını hissetti. Betty’nin sarı saçları, yeşil gözleri, dalgın bakışları ve elini uzatırken ona dokunuşunu tekrar tekrar yaşamak istiyordu.
    Düşmanın esir kampında sıkıntılar içinde çaresizliği oynayan hastahaneye kaldırılan Süleyman, bambaşka bir insan oldu. Kısa zamanda iyileşti. Betty, sık sık hastahaneye geliyordu. Süleyman’a gönlünün sultanına karşı elinden gelen yardımı esirgemedi.
    Geçen günlerde Süleyman iyileşti. Onun esir kampına gitmesini istemiyordu Betty. Yanı başında bulunmasını büro hizmetlerinde çalışmasını istiyordu. Süleyman, kendisine verilen görevleri başarı ile yerine getirdi. Kısa zamanda Arapça ve İngilizceyi öğrendi. Kulaklarını tırmalayan hiç unutmadığı ilk sözler ‘ I Love you, Süleyman’ idi. Bu sözlerin ‘seni seviyorum’ anlamına gediğini kısa zamanda öğrendi.  Geçen yıllarda Süleyman ‘düşman elinde esir kampında’ yaşamasına rağmen gönül ferman dinlemiyor misali sevdiği kadınla bir arada, çok yakınında olmanın sonsuz mutluluğunu yaşadı. 1918 yılı Ekim ayının sonlarında Mondros Mütarekesi imzalanmış, esirlerin karşılıklı serbest bırakılması kararına varılmıştı. Betty, Süleyman’ın elini sımsıkı tuttu: ‘Süleyman, seninle İngiltere’ye gidelim. Orada mutlu bir yuvamız olur. Seninle hiç ayrılamayız. Ölünceye kadar beraber oluruz”. Süleyman,kalbinin sesini dinledi. ‘Ağzından çıkan ‘okey’ sözü ile teklifi kabul ettiğini açıkladı. Birlikte Londra’ya döndüler. Orada Süleyman’ı yeni bir hayat bekliyordu. Betty’nin babası zengin bir fabrikatör idi. Kızı Betty’nin isteklerini kıramadı. Damadına sahip çıktı. Onun şehri dolaşması için altına son model Rolly Royce marka bir araba verdi. Süleyman, sanki rüyada gibiydi. Mavi takım elbisesi, beyaz eldivenleri,papyon kravatı, yılan derisinden ayakkabısı, foter şapkası ile sanki bir İngiliz Lordu olmuştu. Yaşantısı ‘centilmen’ bir erkeğin görüntü idi. Sanat gösterilerini izliyor,gazeteleri okuyor, dünya havadislerini takip ediyordu. Ama kendi ülkesi Anadolu’da neler olduğu da onun en çok ilgi alanına giriyordu. 19l9 yılı içinde Anadolu’nun bir baştan bir başa düşman işgaline uğradığını öğrendiğinde kahroldu. İzmir’i Yunanlılar almış, Adana’ya Fransızlar girmişti. Kendi memleketi Kozan Sancağı ve Feke kazası da düşman işgali altındaydı. Feke’nin bir dağ köyünden idi. Bir dağın yamacında bulunan köyünün etrafında üzüm bağları, çalılıklar, ormanlar vardı. Davarların peşinde koşan fakirlik pençesinde savaş veren insanlar en yakınları idi. Anası, babası, kardeşleri ve diğerleri… Farsak olarak da bilinen yöre insanlarının sanki kaderi olmuştu fakirlik, çaresizlik ‘garibanlık’. Süleyman, köklerini, yaşadığı toprakları hatırladı. Gözyaşları ile kendisinden haber bekleyen yakınlarının olduğunu düşündü. Feke’nin dağları,taşları, insanları onun burnunda tütüyordu. Bir kenara çekiliyor,sessizce duruyor,ağzına bir şeyler koymuyor… Sessizce dalıp gidiyordu. Betty, Süleyman’ın mutsuz halinin farkına vardı. Kendi dilinden ‘Ne oluyor, Süleyman’ dediğinde ‘vatanımı özledim. Türkiye’ye İstanbul’a gitmem gerekiyor’ cevabını verdi. Betty’nin Süleyman’ı Londra’da kalma çabaları sonuç vermedi. Süleyman tren biletini almıştı Türkiye’ye gidecekti. Betty, sevdiği insanı yalnız bırakmamak için birlikte Türkiye gideceğini söyledi. İki sevgili İstanbul’a kadar geldiler. Betty:‘Süleyman tekrar tekrar düşün. Beni bırakma, yuvamız dağılmasın’ teklifi de sonuç vermedi. Betty, Süleyman’ı sevdiği insanı Anadolu’ya uğurlarken gözyaşlarına boğuldu. Başı döndü, bayılacak gibi oldu. Süleyman’ı yürekten sevmişti. Onsuz bir hayat düşünemiyordu.

    Süleyman, Anadolu’ya geçti. Konya üzerinden düşman işgali altındaki Kilikya’ya kendi vatan toprakları Feke’ye geldi. Köyüne ve evine geldiğinde anasını gözü yaşlı ve çaresiz bir halde buldu. Tez elden Maraş abası denilen çizgili yelek buldu. Elinde mavzer silahı ile Kuvayı milliye saflarında savaşa başladı. Kendi ülkesi, bayrağı ve vatanı için mücadele ediyordu. Çukurova’nın her yerinde Süleyman’ın ayak izleri vardı. Savaşlara katıldı. Kurtuluş Savaşının heyecanını yaşadı.  Savaşlar bitti. Ülkesi kurtuldu. Şimdi hayatın gerçeği ile yüz yüze idi. Dağda davar güdecek, bir evlek yere arpa veya buğday ekecek, varsa üzüm bağını tımar edecekti. Yaşı ilerledi. Evlendi, çoluk çocuğa karıştı. Yıllar sonra Kozan’da ve Saimbeyli’de kurtuluş savaşı törenlerine Kuvayı milliye kıyafeti ile katıldı. En yakın arkadaşı Metin Topaloğlu idi. Hayatını ve hatıralarını ona anlattı. Süleyman’a arkadaşları ‘İngiliz Süleyman’ lakabını takmışlardı.
    Süleyman, geçen yıllar içinde saçları ağarmış bir dede oldu. 80 yaşını bulmuştu ahir ömrü… Ölüm döşeğinde idi. Ve sayıklıyordu: ‘-Betty, geldin mi?. Bir rüyada idi sanki. Elini uzattı. Ağzından çıkan son sözleri ‘Betty, Beatty’ oldu. Ve gözlerini yumdu…Öylece sessezliğe büründü. Şimdi onunla birlikte yaşanılan bir tarih ve unutulmayan hatıralar da yok olup gitmişti. Geriye sadece yakın arkadaşı ve sırdaşı Metin Topaloğlu’na anlattığı çok özel hatıraları kalmıştı.